İkinci yüz yılına girdiğimiz Türkiye Cumhuriyeti’nin en önemli kazanımlarından birisi de kadınların ülkede hukuki, siyasi, iş ve toplum hayatındaki kazanımlarıdır. Elbette ki dünyada kadınların çalışma hayatına girmesi sonrası ortaya çıkan bu kazanımlar Osmanlı Devleti’nde de az da olsa karşılık bulmuş, özellikle 1908’de, Meşrutiyetin ikinci kez ilanı sonrasındaki dönemde özgürlük düşüncesi içinde ilk kıpırdanmalar başlamıştı. Ancak bu girişimler çok dar bir kadroyla ve dar bir alana yansımıştı. Bu kadın haklarının önü hala önemli direnmelerle kapalıydı. Özgür düşünce sisteminin olması gereken üniversite düzeyindeki Darülfünun’da bu süreçte bazı sınavların kadın erkek karışık yapılmasının büyük tepki çekmesi sonucu iptal edilmesi bu dirençlere önemli bir örnekti.
Cumhuriyet ile birlikte, Türkiye'de kadının önündeki engellerin kaldırılmasının yolunu Atatürk açmıştır. Bu çok nettir. Kadının toplumda yerinin olmadığı, ikinci sınıf görüldüğü, yasalar önünde bile eksik temsil edilmesiyle tamamen eve kapatılmış Türk kadını, artık kendinden emin bir şekilde toplumda yer almaya, üretmeye ve hem kendi hem de ülkenin geleceğine yön vermeye başlayacaktı. Öncelikle 3 Mart 1924 tarihli bir yasa ile eğitim öğretimin milli ve laik bir yapı temel alınarak tek bir çatı altında toplanmasıyla, kadının önündeki zincirler gevşetilmeye başlanmıştı. Ardından 1926 Hukuk Devrimi bu zincirleri kırmış, 1930 ve 1934 yıllarında ise ulusal anlamda egemenliğin eşit temsili amacıyla kadınların seçme ve seçilme haklarını da almasıyla, kadınların önü artık çağdaş dünya uygarlığındaki gibi her alanda açılmıştı.
“Türk Medeni Yasası” ile tek eşliliğin ve resmi nikahın yasal hale gelmesi ve yine aynı şekilde kadınların miras ve boşanma haklarının yasalarla güvence altına alınması bile sadece bu nedenlerden dolayı Türk kadınlarının Atatürk'e hakkını vermesini gerektiren, önemli gelişmelerdir. Kadının yasalar önünde erkeklerle eşitliğinin sağlandığı ve kadının sosyal haklarının güvence altına alındığı bu gelişmelerin değerinin ne kadar önemli olduğu, o dönemde Osmanlı’dan ayrılan Ortadoğu'da kurulan yeni devletlerdeki, kadının bugünkü durumuyla karşılaştırılırsa çok daha iyi anlaşılacaktır. Bu devletler Türkiye’de devrimlerle kadınlar haklarını kazanırken o devrimleri yaşamadıkları için bugün hala geri kalmışlardır. Bu nedenle bugün Türk kadınlarının bu haklarından geriye gidişinin bile düşünülmemesi, bu anlamda da ülkedeki tüm kesimlerin, ellerinden geldiği kadar bu devrimlerin sürmesi için çabalamaları şarttır ve gereklidir.
İşin siyasi egemenlik kısmına gelişte de Türk kadınları dünyanın birçok ülkesinden önce bu haklarını almışlardır. 1917’lerde önce Baltık ülkelerinde başlayan kadınların siyasi haklarını alışı; Fransa da dahil dünyanın önde gelen ülkelerinde bile ancak II. Dünya Savaşı yıllarının sonrasındaki demokrasi ortamında gerçekleşmişken, bizde bunun ilk yolunun açılışı kadınların Belediye Başkanı seçme seçilme hakkını almasıyla 1930’a ve Milletvekili seçme seçilme hakkını almasıyla da 1934’e kadar gider.
Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk’ün, manevi kızı Afet İnan’a bu konuda bir rapor hazırlamasını istemesi ile başlayan bu süreçte, kadınların siyasi haklarını ve daha önce Medeni Yasa ile hukuki haklarını elde etmelerinden dolayı kadınlarımızın, en azından Atatürk'e saygı duyması gerektiği de ortadadır. Nitekim bu devrimi yaşamamış Fas ve Kuveyt’te 2005’te, Suudilerde ise 2015’te kadınlara siyasi haklarının verildiği düşünülürse durum çok daha iyi anlaşılacaktır.
Tüm bunlardan dolayı, kadınlarımız bu haklarının değerini çok iyi bilmeli, birilerinin siyasi iktidarları için vitrin olmaya karşı çıkarak, kendi onurlarını ve hem hukuki hem de siyasi haklarını korumak için ellerinden geleni yapmalı ve herkese örnek olmalıdırlar.